Diyânet İşleri Başkanlığı’nın bugüne kadar oynadığı rol, dört cihetten paradoks teşkil etmiştir: Birincisi devlet, ikincisi Sünnîlik, üçüncüsü cemaatler ve dördüncüsü de fertler.
Diyânetin devlet için teşkil ettiği paradoks:
Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve sosyal hukuk devletidir. Demokrasilerde, din ve devlet işleri bir birinden ayrıdır. Laiklik, devlet mekanizmasının hiçbir dînî inanışa göre tanzim edilmemesi ve devletin bütün inançlara eşit mesafede olması demektir.
Devletimizin bir dîni veya mezhebi yoksa; laik ve demokratik bir rejime sahipse, o zaman bir inanç sistemini (Sünnîlik) Diyânet İşleri Teşkilatı vasıtasıyla tespit, tanzim ve tecdit etmesini nasıl izah edeceğiz?
Diyânet İşleri Başkanlığı’nın, sanki Türkiye Cumhuriyetinin bütün Sünnî vatandaşları tarafından yetkilendirilmiş ve onların ortak iradesini temsil ediyormuş gibi hareket etmesi nasıl açıklanabilir?
Bir taraftan “Türkiye Cumhuriyeti din devleti değildir” denilecek, diğer yandan da resmî bir müessese, bir inanç sistemi adına hareket ederek, o inanç sisteminin muhtevâsı hakkında hükümler verecek. Bu nasıl din-devlet ayrılığı?
Türkiye’de, Hıristiyanlık, Musevilik, İslam ve diğer inanç sistemlerine mensup insanlar var. Her inancın da kendi içinde farklı fırkaları var. Acaba “laik ve demokratik” olduğunu iddia eden bir devletin, bu inanç sistemlerinden birini seçmesi düşünülebilir mi?
Diyânet İşleri başkanları neden cüppe giyerler? Bu cüppenin kaynağı nedir? Vatikandaki papaya mı özeniyorlar? Şeyhülislam mı olmak istiyorlar? İran’daki mollalar gibi mi olmak istiyorlar? Hususî bir kıyafet giyebilmelerini onlara kim müsaade etmiş? Hangi dînî inanış böyle bir libasa cevaz vermiş? Acaba hangi dînî kaynakta, “laik ve demokratik” bir devlette diyanet işleri diye müessese ihdas edilirse, o kurumun başındaki kişi şöyle şöyle bir kıyafet giymelidir şeklinde bir hüküm var? Yarın öbür gün, Hristiyan vatandaşlarımız deseler ki, “Biz de bu devletin vatandaşıyız. Diyânet İşleri Başkanlığı bizi de temsil etmekte. Diyânet işleri başkanının kıyafetinin bir kenarına bir haç resmi çizilsin; veya Diyânet İşleri Başkanı zünnâr taksın”. Ne diyeceğiz? Mûsevîler de kipa takmasını talep etmekte haklı olmazlar mı? Alevî vatandaşlarımız demezler mi “Madem öyle; bizim de bir simgemiz bulunsun cüppede”. Bu kıyafet hangi inancı temsil ediyor?
Türkiye gerçekten laik ve demokratik bir devlet mi? Eğer bu sualin cevabı evetse; hiçbir vatandaşın dîni, mezhebi, inancı veya inançsızlığı devleti ilgilendirmemeli. Aynı şekilde, herhangi bir din, mezhep veya dünya görüşünün ne olup ne olmadığı, nasıl yorumlanıp inanılması gerektiği de devleti alâkadar etmez. Kısacası, demokratik prensipler noktasından bakıldığında; devletin ne fertlerin inanç dünyasını, ne de herhangi bir inanç sistemini tanzim etmemesi gerekir.
Devlet adına hareket eden bir Diyânet; inançların dışında kalır, bütün inançlara aynı uzaklıkta durur ve onların devletle olan mesafesini ayarlar. Devleti herhangi bir inanç sisteminin muhtemel zararlarından korur. Devlet adına hareket ederek, inancının gereğini yerine getirmek isteyen vatandaşların bu demokratik, sivil ve insanî hakkını yerine getirebilmesinin yolunu açar. Demokratik bir devlet adına hareket ediyorsa, hiçbir inancın nasılına, niçinine, şekline, zamanına, hele ki akîdesine karışma hakkı yoktur.
Demokratik devletlerde, devletin hiçbir kurumunun; “hayvanseverlik” için kurulmuş bir derneğe gidip, “Köpeği şöyle değil, böyle seveceksin” demeye hakkı yoktur. Sadece o derneğin ve o dernek mensuplarının kanunlara uyup uymadıklarına bakar. Onların “hayvanseverlik” haklarının gereğini yerine getirebilmeleri önündeki manileri kaldırır. “Siz çekilin bakalım şuradan! Siz hayvanseverlik işini lâyıkıyla yapamıyorsunuz; hayvanseverlikle alâkalı inanışınızı ve hayvanları sevme ile alakalı pratiği size gösterelim” demez, diyemez.
Diyânetin Sünnî Müslümanlar için teşkil ettiği paradoks:
Acaba neden Diyânet İşlerinin sadece Sünnî-Müslüman inanışı temsil ettiği algısı hâkim? Türkiye’de başka inanç grupları yok mu? Neden hep Sünnîliğin muhtevâsı, akîdeleri, ibadetleri tartışmaya açılmakta? Başka bir dînin veya inanışın akîdelerinin tartışmaya açıldığı görülmüş mü?
Türkiye Cumhuriyeti devleti, devrim yapılarak inşa edildi. Peki ne devrildi? Devrilen sadece sarayda oturan bir padişah değildi. Devrilen Sünnîlikti. Bir nizâm yıkıldı. Sünnî-İslam inancını hükümfermâ kılan Osmanlı, devrimle yıkılmıştı. Osmanlının yıkılıp yerine Cumhuriyetin kurulmasından bu yana neredeyse bir asır geçti. Hâlâ devrim (inkılâp) tarihi okutulmuyor mu? Sünnîliği devirme süreci daha bitmemiştir. İnkılâp devam etmektedir. İki ileri, bir geri adımlarla bu süreç durmaksızın yürütülmektedir.
Ne zaman bitecek bu devirme süreci? Bütün Sünnîlerin kökü kazınmadan; camilerde kadın erkek karışık namaz kılmaya başlamadan; kiliselerdeki gibi camiler sıralarla doldurulmadan; mezhepler unutturulmadan… ve bütün Sünnîler birer “deist” hâline getirilmeden Sünnîliğe karşı devrim süreci bir yerlerde duracak mı?
Cumhuriyet kurulduğundan beri, devlet, dîni kendine karıştırmamış ama; dîne istediği gibi karışmış. Devlet öncülüğünde din adına atılan her adım, “Sünnî Müslümanlık” inancının muhtevasını değiştirmek için yapılmış. Bu da, devletin laik ve demokratik olması için ciddi bir tenâkuz (çelişki) teşkil etmiş.
Mevcut şekliyle Diyânetin, Sünnîliğin yegâne yetkili mercii olduğunu iddia etmesi, demokratik değerler bakımından ne kadar paradoksal bir durumsa, bizzatihi Sünnîlik bakımından da mahzurlu, adâletsiz ve gayrimeşru bir durum. Zira teoride, Diyânet İşleri Başkanlığı, devlet içindeki bütün inanç sistemlerine hitap eden bir müessese. Bu itibarla, Diyânetin bir dînî yoruma daha yakın durması, hem devlete, hem kurum olarak kendine, hem Sünnîliğe hem de dışlanmış hisseden inanç sistemlerine zarar vermez mi?
Demokratik bir ülkede yaşayan bir vatandaş olarak, rızama başvurulmadan benim inancım adına hareket eden bir kurumun varlığı beni rahatsız ediyor. Eminim benim gibi düşünen çok sayıda insan vardır.
Cumhuriyet kurulduğundan beri, her “On yılda on milyon genç” üretmek istedi. Cumhuriyetin gayr-i dini ideolojisini savunan nesiller yetiştirmekti gâye. Bu sâikle bazı kurum ve kuruluşlar ihdas edildi. Köy Enstitüleri, İlâhiyat fakülteleri, Yeşilçam, Türk Dil Kurumu, Diyanet İşleri…vb. Aklı başında müslüman ve muhafazakârlar şunu açık ve net olarak bilmelidirler ki; cumhuriyet ideolojisi tarafından kurup kurgulanan hiçbir kurum ve kuruluştan “dîne ve mütedeyyinlere” hayır gelmez. İstiklâl mahkemelerine, Diyânet İşleri, İmam Hatipler ve İlahiyat Fakülterinin CHP tarafından kurulmuş olduğu gibi meselelere hiç girmek istemiyorum.
Sual çok basit ve çok net: Türkiye’de (Sünnî) Müslüman nesillerin vaziyeti, inanç bakımından daha iyiye mi, daha kötüye mi gitmekte?
Çağdaş Uygarlık Düzeyi (muasır medeniyet seviyesi) denen ve “Osmanlı, Müslüman” unsurlardan uzaklaşılarak güyâ muasır medeniyet seviyesini yakalayacağını iddia eden bir rejim dîni muhafaza etmek ister mi!
Diyânet İşleri Başkanlığı’nın olduğu bir ortamda, Sünnîliğin esaslarını yıkan şu tartışmalar yaşandı Türkiye’de:
– Dinlerarası diyalog başlatalım;
– Hayat şartları değişti, eski kalıplarla yaşanmaz, mezheplere lüzum kalmadı;
– İçtihat kapıları herkese açıktır;
– İlâhiyat fakültesini bitiren ve hele doktorasını da bitiren herkes müctehittir;
– Câferilik bir mezheptir; (Hanefî, Şafii, Maliki ve Hanbelî mezheplerinin yanında beşinci mezhep.)
– Sandalyede namaz kılmak caizdir; (denirse; camiler kilise gibi sıralarla dolar.)
– Dinde reform yapılmalıdır;
– Kurân-ı Kerim mealini okumanın hiçbir mahzuru yoktur;
– Tavuktan kurban olur;
– Kadınlar erkeklerle aynı safta namaz kılabilirler;
– Ezan, tabii insan sesiyle değil, hoparlörle okunabilir;
– Takvimlerdeki namaz vakitleriyle oynanıp imsaktan temkin vakti çıkarılır
– ve saire
Diyânetin cemaatlerle alâkalı teşkil ettiği paradoks:
Diyânet, ehl-i sünnet olduğunu iddia eden cemaatlere karşı da sıhhatli bir duruş sergileyememiştir. Cemaatlerde, akla kara seçilememiş, sapla saman birbirine karıştırılmıştır.
Size çok basit bir misal vermek istiyorum: Diyânet yıllarca FETÖ ile alâkalı ne yapmış?
FETÖ hâdisesi gösterdi ki; Diyânet İşleri Başkanlığı ne devleti ne de herhangi bir inanç sistemini muhafaza etme kabiliyetini hâiz değildir. Devlete karşı olan darbeyi halk bertaraf etti. Mücadele hâlâ devem etmekte. Ya Sünnîlik inancına karşı yapılan darbe ne olacak? “Farkedemedik” deniliyorsa gaflettir. “Farkettik, ama bir şey yapmadık” deniliyorsa başka bir şeydir.
Halbuki, FETÖ sadece devleti ele geçirmeye çalışmadı. Sünnîlik akîdesinin değiştirilmesi cihetinde de faaliyetleri oldu. Dinlerarası diyalog savunuldu; ortak ayinler tertip edildi; Hıristiyanlar cennete girer denildi; devlet içine sızmak için başörtüsü çıkarılabilir ve hatta içki içilebilir denildi. Darbe olmadan yıllar evvel, FETÖ’nün Hıristiyanlığın Truva Atı olduğunu ciddi ciddi yazıp çizenler oldu. Ona rağmen, milyonlar çocuklarını onların okullarına emânet etmeye devam etti. Acaba hangi sebeple açıkça cephe alınmadı? FETÖ’nün tehlikelerine dikkat çeken Sünnî çevrelere yıllarca kulak tıkandı. Neden?
Madem ki laik ve demokratik bir ülkeyiz; din devlete karışmadığı gibi, devlet de dine karışmamalı.
Diyânetin fertlere yönelik teşkil ettiği paradoks:
85 bine yakın cami var Diyânete bağlı. Yanlış okumadınız. Seksenbeş bin. Bunun yanında kurslar, müftülükler, neşriyatlar, yurtdışı teşkilatlanmalar… devâsâ bir teşkîlat. Personel sayısı yüz bini geçmekte. Lütfen tasavvur ediniz; bir vakitler evliyalar, erenler, dervişler arkalarında Diyânet gibi bir müessese olmaksızın uzak diyarlara giderlerdi. Pek çok gayrimüslimin İslamla şereflenmesine vesîle olurlardı. Bugün yüz binin üstünde Diyânet görevlisi var. İnanç bakımından ilerleme mi var, gerileme mi? Diyânet görevlileri kadim zamanlardaki evliyalar, erenler, âlimler ve dervişler gibi olamasalar da; en azından itikadı sağlam, ehl-i sünnetin dört mezhebinden birine sıkı sıkıya bağlı, yabancı lisan bilen, dünyayı tanıyan iyi yetişmiş hocalar olsalardı, acaba ehl-i sünnet itikadına mensup gençliğin hâli şimdiki gibi mi olurdu? Boşanmalar, ahlâk erozyonu, deizm, hedonizm, rölativizm…vs. vs. Burada bir yanlışlık yok mu?
Fakat fertler gittikçe inançtan uzaklaşmakta. Yegâne sebep, ehl-i sünnet akîdesinden uzaklaşmaktır. Şu misallere bakalım:
Kur’ân-ı Kerîmin meâlinin okunması teşvik edildi: Ehl-i sünnet inancına göre, “Hiçbir fert, kelâm-ı İlâhîden murâd-ı İlâhîyi anlayamaz.” Hadîs-i şeriflerin izahatı olmadan, kıyâs-ı fukahâ ve icmây-ı ümmet olmadan Kur’ân-ı kerîmi açıp okumak insanı küfre ve dalâlete sürükler. Kur’ân-ı kerîmin tefsirini okuyabilmek için pek çok ilimden icâzetli olmak icap eder. Ancak, Diyânet İşleri Başkanlığı, meâl okumaya karşı net bir tavır almadığı gibi, meâlli mushâfların yaygınlaşmasında birinci derecede rol oynamıştır.
Mezhepsizliğe karşı net tavır alınamadı: Sünnîlikte dört hak mezhep vardır. Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî. Din, bu dört mezhepten birinden öğrenilir.
Tarîkatlerin aslında birer ahlâkî ekol olduğu tam olarak izah edilemedi: Kâdirîlik, Kübrevîlik, Nakşîlik, Mevlevîlik… ve diğer yüzlerce tarîkatin aslında birer öcü olmadığı, “edep, ahlâk, tasavvuf (saflaşma) ve bilâhare güzel ahlâk” mektepleri olduğu tam olarak anlatılamadı. Cinâyetten fuhûşa, uyuşturucudan hırsızlığa… yeni nesiller elimizden kayıp gitmekte.
Âlim ve evliyâlara alelâde insanlarmış gibi bakılmasının önüne geçilemedi:“Eskiden ne matbaa vardı ne İnternet. İlim tahsili çok zordu. Artık bilgiye erişmek çok kolay. Müctehid olmak da çok basit” veya “Âlim, evliyâ, müctehid, müfessir, muhaddis… gibi sıfatlarla muttasıf kişiler de sizler gibi birer insandı” ve benzeri tartışmalara açık ve net bir cevap verilemedi. Âlime hürmet etmeyen gençler, ilme nasıl hürmet etsin. İlim olmayan yerde iman kalır mı?
Bu liste uzar gider…
Kısacası; dini bütün, ahlâkı müstahkem, mânevî kıymetlerine sahip çıkan fertlerden müteşekkil bir toplum için (birçok küçük devletten daha büyük bütçeye sahip) bir müessese var, ancak (başta gençler olmak üzere) fertler inanç bakımından geriye doğru gidiyor.
Çözüm Teklifi
Diyanet İşleri Başkanlığı tamamen lağvedilirse, devlet de, din de, Sünnî Müslümanlar da selamette olur demiyoruz.
Hakkı teslim etmek gerekir: Camilerde, şeklen de olsa Sünnî akideye münasip bir disiplin var. Camilerde ehl-i sünnetin şiarı olan dört halifenin isimleri asılı. Türkiye’deki camiler, bütün İslam âlemindeki camilerden daha temiz ve daha tertipli. Bir de, Diyânet olmazsa her cami bir tarîkatın, bir tekkenin, bir meşrebin eline geçebilir. Kimileri camilere şeyhinin resmini asmaya kalkabilir. Bir diğer grup da zikir diye çalgı, türkü çalıp raks edip camileri oyun alanına çevirmeye kalkabilir.
Son devir İslam âlimlerinden Abdulhakîm- i Arvâsi hazretlerinin de buyurduğu gibi, “Artık İslam devleti hayaldir”. Zaten kimse şeriat gelsin, İslam devleti kurulsun da demiyor. İnsan hak ve hürriyetlerine riâyet eden, inançlara saygılı hukuk devletlerine sahip çıkmak gerektir.
İki ihtimal var: Ya (şimdiki gibi) Diyânet İşleri Başkanlığı Türkiye’deki bütün inanç sistemlerini devlet adına idâre eden bir kurum olacak, ya da Sünnî-Müslüman vatandaşlar adına, Sünnî-Müslüman vatandaşların diyânet işlerini tanzim edecek.
Eğer ilki olacaksa, Sünnîlik akîdesinin ne olduğu ve ibadetinin nasıl olması gerektiği ile alâkalı hüküm vermesi, laik ve demokratik devlet ilkesiyle bağdaşmaz. Ayrıca, her ne kadar teoride Diyânet bütün inançları temsil ediyor olsa da; toplumsal algıda Diyânet denilince (Sünnî) İslamiyet algılanmakta. Meselâ, Türkiye’deki Mûsevî ve Hristiyanlar, Diyâneti devletle münasebetlerde muhatap kurum kabul etseler de, kendi akîdeleriyle alâkalı bir dînî üst merci telakki etmiyorlar.
Diyânet İşleri Başkanlığı, sivilleşmelidir. Devlet veya siyasi rejim adına hareket etmemelidir. Sünnî-Müslüman vatandaşlar adına, yine Sünnî-Müslüman vatandaşların diyânet işlerini tanzîm etmelidir. Sünnîliğin ne olduğu zaten açık ve net bellidir. Dört hak mezhebin (Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî) imân ve ibadetle alâkalı bütün hükümleri en ince tafsîlatına kadar ortaya konulmuş vaziyettedir.
Diyânetin vazîfesi, devlet adına hareket etmek değil; Sünnî-Müslümanlar adına Sünnîliği her türlü tahrifat, bid’at, reform ve hücûmlara karşı muhafaza etmek olmalıdır.
Sünnîler, devletlerine sadıktırlar. Devletleri uğruna şehîd olmayı şeref bilirler. Sabreder, itimat ederler. Netîcede, İslâmiyetle şereflendiklerinden beri, devletleriyle bütünleşerek yaşamaya alışmışlardır. Şimdi de, sapla samanı birbirinden ayırabilecek ferâsettedirler.
Bugün devletimiz demokratik sistem üzerine inşa edilmiş vaziyette. Devletini ve bayrağını seven Sünnîler, devletlerinin bu tercihlerine eyvallah demiş durumdalar.
Ancak, inançlarına karşı yapılan içeriden ve dışarıdan hamlelerden de bezmiş vaziyetteler. Dînî akîdeleriyle alakalı en hassas meselelerin uluorta tartışılmasından tak etmiş vaziyetteler.
Dört hak mezhep neyimize yetmiyor? İmam-ı Rabbani, Abdülkadir-i Geylâni ve diğer onca kıymetli âlimlerden daha iyi mi anlıyoruz dînimizi? İtikadı sağlam olan Sünnîler dört hak mezhepten birine göre yazılmış İlmihal kitaplarına göre hayatlarını sürdürmekteler. Sorarım size; teknolojik gelişme, küreselleşme, modernite, Batılılaşma, muasırlaşma… ve modern hayattaki hangi gelişme onların bu dört hak mezhepten birine uyarak yaşamasına mani teşkil etmiş? Ne bid’at uydurmak, ne reform yapmak, ne mezhepleri bir kenara bırakmak ne de yepyeni içtihatlar aramak zarûreti hissetmeden gül gibi yaşamaktalar. Peki; neden Sünnîliğin esasları yıllarca tartışmalara malzeme olmakta? Neden hep mevzubahis Sünnîlik olunca, reformdan, modern hayatın icaplarından, yenilik ve teceddütten dem vurulmakta?
Diyânet İşleri Başkanlığı, sivilleştirilirse hem devletin sırtından büyük bir yük inmiş olur, hem Diyânet bütün dikkatini sadece Sünnî-İslam inancına teksif ederek daha çok faydalı olur, hem de Sünnî-Müslümanlar kendilerine karşı neredeyse yüzyıldır devem edegelen devrime muhatap olma psikolojisinden kurtulmuş olurlar.
Türkiye’nin 2023 yılı hedefi var, büyük devlet olma iddiası var, mazlumların sesi ve adaletin sancağı olma dâvâsı var. Peki bunun manevî tarafında bir şeyler yapmak gerekmiyor mu? Yüz küsur bin personelli bir müessese var, fakat mâneviyâtta kayda değer bir ilerleme yok. Hatta bâriz gerileme var.
Osmanlı dönemindeki ihtişâmı geri getirmek, Osmanlı dönemindeki inancın aslına sadakatle mümkündür. Dînin zamanın şartlarına göre değiştirilmesi değil; zamanın problemlerine çözüm yapılması gerekir.
İşte bunun için, yeni dönemde, Diyânet İşleri Başkanlığı, bütün dikkatini Gaznelilere, Babürlülere, Selçuklulara, Osmanlıya ve bütün ecdâdımıza zafer, muvaffakiyet, medeniyet ve cihân hâkimiyeti armağan eden Sünnî-Müslümanlığa teksif etmelidir.
Devlet isterse, devletle inanç grupları arasındaki münasebetleri tanzim edecek bir başka kurum ihdas eder. Demokrasi ve laiklik de sağlamlaşmış olur.
Madem bunun adı laik ve demokratik sistem, o zaman hakkıyla tatbik edilsin. Devlet her inanca eşit mesâfesini korusun, fertlere ve gruplara inançlarının gereğini yerine getirme fırsatı temin etsin. Bunu yaparken, elbette ki kendini de korusun.
Dînine, inancına ve kıymetlerine müdahale edilmemesini talep etmek; her vatandaşın en temel vatandaşlık ve demokratik hakkı. Yani, demokratik kâideler dâhilinde; “sivil” hakların kullanılarak, inancını müdafaa etmek, her vatandaşın hakkıdır. Laik sistem ve demokratik prensipler bunu öngörmekte. İnsan hakları, sivil vatandaşlık hakları ve demokratik prensipler gibi argümanlarla yola çıkarak; “kimse benim inancıma karışmasın” veya “kimse benim inanç sistemimin ne olduğu ve nasıl olması gerektiği hususunda inanç sistemim adına ahkam kesemez” denilmesi, hem devleti, hem de inanç sistemlerini muhafaza edecektir.
Devletin insan haklarına, ifade hürriyetine, demokratik prensiplere saygı gösterdiği bir ülkenin vatandaşı olduğum için bütün bunları rahatlıkla söyleyebiliyorum. Eğer zorbacı, baskıcı ve toleranssız bir ülkede olsaydım zinhâr tek kelime yazıp çizemezdim.
——-
Serâzât.com’da; sadece Necip YILDIRIM’ın şiir ve makaleleri yer almaktadır. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz ve neşredilemez.