Aya bakınca, ayak izi olduğunu düşünüyorum bazen. Hele ay başlarında, “Yine parmak uçlarında yürümüş,” diyorum kendi kendime. Yoksa beklenen sevgilinin basacağı yerlere serilen ışık mı dersiniz? Bir gönül ehli “Kimin yolunun toprağına ışıktan damlalar saçıyor?”[1] diye sormadan edememiş.
Devran dönmeye başladığından beri güneşe kavuşmak ister ay. Bu uğurda bir hilâl olur bir dolunay. Neden güneşi özlemesin ki! Buz kesilen bedenine güneşin sıcacık nuru yansımasaydı, kim haberdar olurdu karanlıklar içindeki varlığından!
Kadim zamanlarda bir akşam vakti… Nehirden su almaya giden nâzenin dilberler suda akseden dolunay resmini görüp imrenmişler dilrubalığına. Eve dönüş yolunda, içlerinden biri diğerlerine “Bakın! Ay benim su testisinde,” diye seslenmiş. Her biri kendi su testisine düşen dolunay sûretini gösterip “Hayır! Benim testide!” demiş heyecanla.
Biz insanlar yere düşen kocaman bir aynanın dört bir yana saçılan kırık parçalarıyız. Kimimiz ufacık, bazılarımız ise kocaman parçalar… Orta büyüklükte olanlar da var aramızda. Fakat uzaklardan tebessümle bakan ay, hepimizde aynı güzellikte nakşeder cemâlini.
Ta Almanyalardan aya bakan Goethe, “Tatlı, teskin edici bakışın nazik bir dost misali kaderimin akışını nezaret ediyor,” [2] diye mırıldanıyor.
Ayazlı bir gecede sevdiği kadına şiir nakşederken, “Seninle buluşmamız, semânın boşluğunda üşüyen kederli ayın neşe içinde alev alev yükselen güneşe kavuşması gibidir,”[3] demiş kuzeyli şair. Sizce de karanlık gecelerimizden mülayim bir dokunuşla geçip giden ay; karanlıklar içinde titreyen, boşlukta asılı kalan, mahzun ve kederli bir kelebek midir?
Âşık, hikmet sahibi ve bir o kadar da rint-meşrep bir şair dayanamamış ve “Ey cümle cihânı karış karış dolaşan sabah esintisi! Âşıkların canına okuyan o mehtabın menzili nerededir?”[4] diye haykırmış! Ah! Ah! Mehtabı görülen, fakat kendisini görebilenin olmadığı ay yüzlüye tutulmuş zavallı şairimiz.
Mevlânâ hazretleri şiirlerindeki ay sembolünden bir şey anlamayan birine “Bizi böyle sarhoş olmuş, aya binmiş ve damın kenarında dolaşır görüp sakın şaşırma! Birincisi dam bilir ki bizim kenarımız yoktur. İkincisi ay damın kenarında olmaktan korkmuyorsa, biz neden aya binmekten korkalım?”[5] diye serzenişte bulunmuş. Anlamış mıdır dersiniz?
“Sevdiğini mi kaybettin ki durmadan bu toprak küreyi tavaf eder durursun?” diye seslenesim geliyor bazı geceler. Sonra da “Belki istirahate çekilmiş, mışıl mışıl uyuyordur,” diye vazgeçiyorum.
Mehtabı gönülleri dolduran aydan söz açarsanız, kıyamete kadar anlatır dururum! Gözleriniz yorulmasın diye şu temenni ile bitiriyorum sözlerimi:
Ey dolunayın gönlüme nur, hilâlin gözlerime sürme olan ay yüzlü sevgilim! Ne olur mehtabın karanlık bulutlar arkasında kalmasın! Senden kalbime gelen feyzler olmadan buz kesilen varlığım sonsuz karanlıkların boşluğunda üşürse ne ederim!
—
Ve ey Gazze’yi yakıp yıkanlar!
Sizin 1969’da insanlık adına ilk defa ayak bastık dediğiniz o güzelim ayı biz bin küsur yıl önce tam ortasından ikiye bölmüştük. Hem de bir parmak işaretiyle! Muhabbetten kamerin kalbi “Şak” diye ikiye yarılmıştı ama sizin inant dolu kalbinizde iman nurunu alacak en ufak bir çatlak dahi meydana gelmemişti.
[1] Şiir: Bîdel Dehlevî: (بیدل دهلوی » غزلیات » غزل شمارهٔ ۳۵۷)
[2] Şiir: J. W. Goethe, An den Mond [İng: To the Moon]
[3] Şiir: Александр Пушкин, На небесах печальная луна
[4] Şiir: Hâfez: ( حافظ » غزلیات» غزل شمارهٔ ۱۹)
[5] Şiir: Mevlânâ (مولانا » دیوان شمس » غزلیات » غزل شمارهٔ ۱۷۰۹)