“Buhara’da döküldü mürekkebim. İstanbul henüz fethedilmemişti.
Mâverâünnehir’in kalbinde kurulmuştu Buhara.
Bir yanını Kızılkum ve Karakum çölleri; diğer yanını Hindukuş, Pamir ve Altay burçlarındaki Anka kuşları muhafaza ederdi.
Buharalılar çilehanelerde yanar, küllerinden yeniden doğarlardı.
Analar dolunaydan dolunaya bin çocuk doğururlardı.
Leşker olurlardı çocuklar. Gazâ ve dua leşkerleri…
Gazâcıların bakışlarından, taşları eriten alevler fışkırırdı.
Duacıların nefesinden ölümsüzlük yayılırdı.
Ne yüreksiz şeytanlar ne de inançsız cinnîler ayak basamazlardı topraklarımıza.
Kendini dostuna tercih eden nâmert sayılırdı diyârımızda.
Ve inançlı cinler ilim almaya gelirlerdi. Milyonlarcası…
Dünyamızdaki bütün sular mürekkep, ağaç ve yapraklar defter olsa duyup öğrendiklerini yazmak mümkün olmazdı.
İki nehir arasında büyük bir körük kurulmuştu.
Bir destesi Buhara’da, diğeri Semerkant’taydı. Ve ruh üflüyordu körük.
Atları kişneten, kılıçları coşturan, ölüme koşturan bir ruh.”